İlk Dönem Siyer Kaynaklarının Genel Bir Değerlendirmesi

Geçmişte olanların kaydedilmesi, bütün insan topluluklarında görülen bir durumdur. Eldeki anlatılara bakarak, İslâm öncesi Araplarında ilmî anlamda bir tarih anlayışının olduğunu söyleyemesek de gerek dış, gerek iç dinamikleri ekseninde basit formda bir tarih anlayışının mevcudiyetinden bahsetmek mümkündür. Çevre komşularına baktığımızda, onların Mısır ve Fars gibi iki kadim medeniyetle, Roma’nın varisi olan Bizans’la ve hâliyle Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi ilâhî dinlerle temas hâlinde olduklarını görürüz. Araplar, iktisadî gelişmelere paralel olarak bu muhitlere ticarî seferler düzenlemişler veya bu doğrultuda anlaşmalar yapmak için heyetler göndermişlerdir. Şüphesiz onlar bu seferlerinde sadece ekonomi veya siyaset konuşmuyorlar, geçmişe dair haberleri, efsane ve mitoloji ile karışmış şekilde onlardan dinliyorlar veya Tevrat hikâyelerine muttali oluyorlardı.

Arapların kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan tarih telakkilerinde, Eyyâmu’l-Arap ve soy bilgisi (neseb) etkindir. Araplarda tarih anlayışının oluşmasında etkili olan bir diğer iç etken de, bünyesinde barındırdığı ehl-i kitap kültürüdür. İslâm’ın başlangıç dönemlerine ait nakiller arasında, Mekke’nin sosyal yapısında Hıristiyan kölelerin mevcut olduğuna ve tartışmalı dahi olsa bazı Arapların Hıristiyanlığı kabul ettiğine dair rivayetlere rastlamak mümkündür. Aynı şekilde Medine, Hayber gibi yerleşim bölgelerinde, Yahudilerin varlığını ve Arapların bunlarla belli bir düzeyde ticarî ve sosyal ilişkilerinin olduğunu biliyoruz. Bütün bunlar göz önüne alındığında, Arapların sanıldığı kadar kapalı bir toplum olmadığını, geçmiş asırlara ve milletlere dair tarihî malumata sahip olduklarını söyleyebiliriz.

Hz. Peygamber döneminde sohbet meclislerinde, ashâbın şiir inşâd ettikleri ve câhiliye dönemi haberlerini konuştukları ifade edilmiştir. Bu durum İslâm’ın başlangıcında, toplumun tarihle amatörce de olsa ilgilendiğini göstermektedir. İslâm’ın gelişi ile beraber, Arapların tarihe bakışları da değişmiş; daha önce eğlence meclislerine renk katmak için kullanılan tarih, belli bir amaca hizmet gayesi ile kullanılır hâle gelmiştir.

Müslümanların tarihle ilgili ilk kapsamlı ve resmî çalışmalarının, Kur’ân’ın cem’i ile başladığını söylemek mümkündür. Zira bu ameliye için ciddi bir tarihî bilgi altyapısına sahip olunması gerektiği muhakkaktır. Yine Resûlullah zamanında, hadîslerin veya bazı Siyer’e müteallik haberlerin sahifeler şeklinde tanzimi, Hz. Peygamber’in mektuplarının saklanması gibi faaliyetler, Müslümanlarda tarihle ilgili çalışmaların ilk nüvelerini oluşturmaktaydı.

Siyer Yazıcılığının Doğuşu, Gelişimi ve Kaynakları

Tarihî şahsiyetlerin hayat hikâyelerinin yazımı, çok erken dönemlerden itibaren bilinen bir yazım türüdür. Teknik anlamda, siyer kelimesinin Batı medeniyetindeki karşılığı biyografidir. Biyografi (terâcim) ile siyer arasında, anlam açısından herhangi bir fark yoktur. Bununla beraber, özel anlamıyla siyerin basit formda biyografiden çok daha öte bir anlam içerdiği kesindir. Her ne kadar şiirlerinde bazı şahsiyetler hakkında bilgiler vermişlerse de, İslâm öncesi Araplarında tam manasıyla biyografinin mevcut olduğu söylenemez.

Sözlükte yol, âdet, tutum, davranış, ahlâk, yaşantı gibi anlamlara gelmekte olan Siyer kelimesini kavram olarak, Hz. Muhammed’in hayatını inceleyen, nakleden ve kendine özgü metotları olan ilim şeklinde tanımlamak mümkündür. Meğâzî kelimesi de başlangıçta aynı anlamda kullanılmış ancak zamanla anlam kayması yaşanarak sadece Hz. Muhammed’in savaşlarına münhasır kılınmıştır. Resûlullah’ın hayatını ifade eden Siyer kelimesi, zamanla genel anlamda “biyografi”yi ifade etmek için de kullanılır olmuştur. Ne var ki, bununla sınırlı kalınmamış, siyer kelimesi genel anlamda tarih ilmini ifade için de kullanılmıştır.

Siyer ilminin, başlangıçta hadîs ilminin bir şubesi olduğu yolundaki iddianın yeniden sorgulanması gerekmektedir. Nitekim hadîs eserlerinin bâblara ayrılması ile siyer eserlerinin oluştuğu şeklindeki algının, söz konusu eserlerin telif tarihleri dikkate alınacak olursa, bir geçerliliğinin olmadığı görülecektir. İlk siyer eserlerinden önce, hacimli hadîs külliyâtının mevcut olduğuna dair kaynaklar herhangi bir işarette bulunmamışlardır. Bilakis en iyi ihtimalle, siyer eserleri ile hadîs eserleri, birbirlerine yaklaşık tarihlerde ortaya çıkmıştır. Hadîs’le Siyer’in usûl açısından da ortak bir metodolojiye sahip olduklarını söylemek zordur. Aralarındaki benzerlik sadece ortak kaynak şahıslar ve rivâyet formundaki benzerliktir. Bütün İslâmî disiplinlerde haber nakil aracı olarak kullanılan isnâd, ortak bir yöntemdir ve sadece belli bir disipline hasredilmesi mümkün değildir. Ayrıca, tarihî haberlerin naklinde tesâhül gösterildiğinin itirafı dahi hadîsle tarihin rivâyet açısından bile farklı olduklarına işarettir. Urve, Zührî gibi ortak kaynak şahısların hem Hadîs’te, hem de Siyer’de kaynak olmaları, bu iki ilmin birinin diğerinin şubesi olduğu anlamına gelmediği gibi, tam tersine, Siyer ve Hadîs’in eş zamanlı olarak geliştiklerine delildir.

Siyer yazıcılığının doğuşuna etki eden birçok unsur vardır. Bunların başında da, Müslümanların, Resûlullah’ın örnek ve model insan olma vasıflarını sonraki nesillere bir bütün olarak aktarma arzusu gelmektedir. Nitekim Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e ittiba etmeyi emreden âyetleri, siyer araştırmalarına yönelen Müslümanları teşvik etmiştir. Müslümanlar, Kur’ân’ın Hz. Muhammed’in hayatından bağımsız olarak ele alınamayacağını çok erken dönemlerde fark etmişlerdi. Kur’ân’ın tefsiri için esbâbu’n-nüzûl’e ihtiyaç vardı ve bir âyetin hangi şart ve hâdiseye binâen nâzil olduğunu bilmek, âyetin doğru anlaşılması açısından önemli idi. Nitekim ilk siyer müelliflerinin eserlerinde bir çok âyet ve tefsirlerinin zikredilmiş olması bu anlayışın neticesidir. Kur’ân’da, Hz. Peygamber’in hayatından kesitlerle beraber, birçok peygamberden bahsedilmesi, Müslümanları bu çalışmalara yönelten bir diğer önemli unsurdur.

Müslümanların dikkatini siyer araştırmalarına çeviren başka bir etken ise hukukî ihtiyaçlar ve siyasî çekişmelerdir. Zira İslâm’ın iki ana kaynağı olan Kur’ân’ın yorumu ve sünnetin/hadîsin konumunu belirlemede, Hz. Muhammed’in sîretini bilmek hayatî önemi haizdir. Hukûkî bir takım sorunlara çözüm bulma ihtiyacı, âlimleri, ferdî veya kamu hukûkuna misâl teşkil edebilecek vâkıaların tespiti için, siyer araştırmalarına yöneltmiştir. Özellikle vergi sisteminde, arazilerin hukukî konumları, en çok karşılaşılan problemdi ve sorunun temelinde Hz. Muhammed ve Râşid halifeler dönemindeki uygulamalar yatıyordu. Bu uygulamaların tespiti için de Siyer ilmi önemli bir başvuru alanı idi.

Başlangıçta siyasî olan ihtilâfların zamanla dinî bir vecheye büründürülmesi, itikadî bir takım problemlerin temelinde tarihî hâdiselerin yatması, söz konusu olayların iyi bilinmesi gerekliliğini doğurmuştur. Ayrıca her mezhebin kendi argümanlarını Resûlullah’ın sözlerinde/hareketlerinde aramaya kalkışması, her kesimden Müslüman’ı Hz. Muhammed’in hayatını araştırmaya yöneltmiştir. Her ne kadar kötü niyetli bazı hareketlerin temelinde siyasî ve mezhebî çekişmeler yatmakta ise de, bu çekişmelerin siyer yazıcılığı üzerinde, gerek metodolojisinin geliştirilmesi, gerek yeni araştırmalara vesile olması açısından olumlu tesirleri olmuştur.

Siyer yazıcılığının gelişimini etkileyen diğer bir husus ise; ehl-i kitapla yapılan münazaralardır. Fetihlerle beraber İslâm Devletinin tebaası olan gayrimüslimlerle girişilen amansız tartışmalar, Resûlullah konusunda başvuru eserlere ihtiyacı gündeme getirmiş, bu da Müslümanların siyer çalışmalarına daha bir iştiyakla sarılmalarını sağlamıştır. Bu bağlamda ehl-i kitap mensuplarının, Müslüman olmaları ile beraber, önceki bilgi birikimlerini İslâm’a taşımalarının da, siyer yazıcılığı üzerinde etkili olduğu belirtilmelidir. Özellikle Resûlullah’ın hayatının, Âdem (as)’le başlayan risâlet geleneğinin bir parçası olarak algılanmasında, söz konusu kitlenin ciddi anlamda katkısı olmuştur.

Sahâbe döneminde ilmî faaliyetler oldukça artmıştır. Bu dönemde halîfelerin veya sahâbîlerin Hz. Muhammed dönemi hâdiselerine atıflarda bulunduklarını, şâhit oldukları hâdiseleri anlattıklarını veya soruşturduklarını görmekteyiz. Halîfelerin, toplumdaki yanlış kanaatleri izale etmek veya beklentileri yok etmek için tarihî hâdiselerin anlatımına başvurdukları da olmaktaydı. Bu anlatı, sorgulama veya delillendirmeler, sahâbe veya tabiîn tarafından akdedilen ilim meclislerinin içeriğini de etkilemiştir. Nitekim İbn Abbâs’ın ilim meclisinde her gün bir konu işleniyordu ve bunların arasında Meğâzî, Eyyâmu’l-Arap ve şiir dikkat çekiyordu. Sahâbe döneminde sadece siyer haberlerine ilgi duymakla yetinilmemiş, aynı zamanda siyer eğitimine de başlanmıştır. Yeni Müslüman olanların veya sahâbe çocuklarının, Hz. Peygamber’in hayatına veya gazvelerine dair sorular sormaları, Siyer ve Meğâzî eğitiminin ilk temellerini atıyordu.
Emevî ve Abbâsî dönemlerinde de gerek siyasî çevrelerin, gerek ilmî çevrelerin genelde tarihe, özelde Siyer’e olan ilgileri artarak devam etmiştir. Özellikle Abbâsîler dönemindeki kültürel hayatın en dikkat çekici faaliyeti olan ilmî münazaraların, Siyer’in gelişimine katkı sağladığı muhakkaktır. Her ne kadar bu ilim meclislerinde, Felsefe, Hukuk, Tıp veya dinler arası polemikler ağırlıkta olsa bile, zamanla bu toplantılara siyer dâhil olacak, özellikle de Resûlullah’ın sıfatları, mucizeleri gibi konular sık sık gündeme gelecektir.

Araştırmacılar arasında ilk Siyer/Meğâzî eserlerinin Abbâsî döneminde telif edildiğine dair genel bir kanaat oluşmuş; Benî Ümeyye dönemi, tasnif asrı olarak itibara alınmamıştır. Ancak eserlerin telif tarihlerini tam olarak tespit etmenin imkânsızlığından dolayı, Emevî asrını tamamen tasnif döneminin dışında tutulamayacağı gibi, sadece müelliflerin vefat tarihlerine bakarak, eserleri Emevî veya Abbâsî dönemlerinden birine hasretmek de hatalı olacaktır. Müelliflerin, eserlerini tasnife Emevîler döneminde başlayıp, Abbâsîler döneminde bitirmiş olmaları da her zaman için ihtimal dâhilindedir. Netice itibariyle denilebilir ki, ilmî birikim, doğal seyri içerisinde tedvîn edilmiş, toplanmış ve tasnifi-telifi yapılmıştır.

Klasik dönem siyer yazıcılığında, bir ekol tasnifi yapmak imkânsızdır. Hiç şüphesiz bunun en büyük sebebi, siyer malzemesinin fıkıh ekollerinde olduğu gibi bölgeden bölgeye değişiklik göstermemesi, metin okumalarının bir ekol oluşturabilecek derecede farklılaşmaya götürmemesidir. Ayrıca kaynak şahısların, tek bir bölgeye münhasır ilmî oluşum içerisinde olmamaları, bölgesel ekolleşmeyi de imkânsız kılmıştır. Metodoloji açısından da, bir ekolden bahsetmek güçtür. Zira ekol tasnifinde, herhangi bir kriterin veya kriterlerin baz alınması (şehir, siyasî görüş, metot, itikat gibi), ilk dönem siyer müelliflerinin konumları göz önüne alınırsa, neredeyse imkânsızdır. Bu yüzden de siyer yazıcılığının gelişimini takip için ekoller yerine dönemsel bir planlamaya gitmek çok daha sağlıklı olacaktır. Bütün bunlar paralelinde siyer yazıcılığını şu şekilde dönemlere ayırmak mümkündür:

a- Başlangıç Dönemi: Müslüman ilim çevrelerinde, Hz. Peygamber’in hayatını araştırmaya duyulan ihtiyaçların ortaya çıktığı, söz konusu alana dair yapılacak araştırmaların teknik ve üslûbunun şekillenmeye başladığı dönemdir. Bu dönemin önde gelen âlimleri; Ka’bu’l-Ahbâr (32/652), Abdullah b. Selâm (43/663) ve tarihsel olarak daha geç olan, ancak rivâyet içeriği olarak bu döneme dâhil olan Vehb b. Münebbih (114/732)’tir.

b- Risâleler Dönemi: Bu dönem, Hz. Peygamber’in hayatından değişik kesitleri konu alan veya tek bir râviye ait farklı konulardaki rivâyetlerin, risâlelerde ya da sahifelerde toplanması dönemidir. Risâleler dönemi, başlangıç döneminin akabinde başlamış değildir. Nitekim Vehb, risâleler telif ettiği gibi, kaynakları arasında risâleler de önemli yer tutmuştur. Risâleler döneminin başlangıcı olarak, bir dönem verilecekse en erken Hz. Peygamber, en geç sahabîler dönemini vermek durumundayız. Zira risâleleri olan sahabe sayısı, hiç de azımsanmayacak düzeydedir. Risâle sahipleri, görgü tanıklarından işittiklerini yazmakla veya sahifelerdeki dağınık rivâyetleri bir araya getirmekle yetinmişlerdir. Bu dönemin önde gelen şahısları; Urve b. ez-Zübeyr (94/713), Şurahbîl b. Sa’d (123/740), Âsım b. Ömer b. Katâde (120/737) ve Abdullah b. Ebî Bekr b. Hazm (135/752)’dır. Bu şahıslar, rivâyet silsilesinin kopukluğa uğramasını engellemeleri, haberlerin kayıt altına alınmasına nihâi şekli vermeleri, siyer yazıcılığının metodolojisinin temellerini atmaları ve ilk konulu risâleleri oluşturmaları hasebiyle, siyer yazıcılığına büyük katkı sağlamışlardır. Hatta profesyonel anlamda ilk siyerle iştigal edenlerin bunlar olduğu söylenebilir.

c- Cem’ Dönemi: Risâleler veya sahifelerde dağınık halde bulunan siyer malzemesinin bir araya getirildiği dönemdir. Bu dönemin en büyük şahsiyeti, hiç şüphesiz İbn Şihâb ez-Zührî (124/741)’dir. Siyer yazıcılığı, Zührî ile yeni bir döneme girmiştir. Risâleler döneminde âlimler, Urve’nin Âişe’den, Âsım b. Ömer’in Mahmûd b. Lebîd’den, Abdullah

b. Ebî Bekr’in babasından veya vesîkalardan faydalanması gibi, sınırlı sayılabilecek kaynaklardan elde ettikleri haberleri bir araya getirmeye çalışmışlardı. Oysa bu dönemde Zührî, belli bir hacme ulaşan bütün bu nakilleri kendisinde toplamayı başarmış; talebelerine kolayca erişebilecekleri geniş bir literatür hazırlamıştır. Zührî’nin, kendisinden önceki siyer risâlelerini bir araya toplama başarısında, kendi ilmî yetkinliğinin yanı sıra, siyasî idarenin teşviki de göz ardı edilmemelidir. Zührî, gerek kaynaklık etme bakımından, gerek metot açısından kendisinden sonraki siyer müelliflerini etkilemiştir.

d- Tasnif-Telif Dönemi: İlk özgün siyer eserlerinin verildiği dönemdir. Siyer yazıcılığı, tasnif-telif dönemiyle birlikte yeni bir aşamaya girmiştir. Gerçek anlamda İslâm’da siyer yazıcılığından bahsedilirken ilk kapsamlı teliflerin verildiği bu dönem kastedilmektedir. Zira sonraki devirlerde, sadece bu dönemde telif edilen eserlerin bir şekilde nakli ile iştigal edilmiştir. Bu dönemin âlimleri, kendilerinden önce oluşturulan malzemeyi, konularına göre tasnif ederek, kronolojik çerçeve dâhilinde ilk özgün eserlerini telif etmişlerdir. Müellifler, kendilerine kadar risâleler ve sahifeler hâlinde gelmiş olan malzemenin yanı sıra yeni kaynakları da, siyer anlatımına dâhil etmişlerdir. Yine bu dönemde âlimler, siyer yazıcılığının usûlünü yerleştirmişler, kendilerinden önceki yöntemleri, geliştirerek, nihaî şeklini vermişlerdir. Bu dönemin en bariz vasıflarından biri, siyer malzemesinin çeşitlenmeye başlamasıdır. Siyer müellifleri bu dönemde eserlerinde, Arap şiiri, Tevrat, İncil ve diğer kaynakları kullanmaya başlamışlardır. Bu dönemin müellifleri; Musâ b. Ukbe (141/758), İbn İshâk (151/768), Ma’mer b. Râşid (153/770), Ebu Ma’şer es-Sindî (170/787) ve Vâkıdî (207/822)’dir.

e- Klasik Nakil Dönemi: Telif edilen eserlerin nakledildiği, böylece eserlerin yaygınlaşmaya başladığı dönemdir. Bu dönemin müelliflerini, hiçbir surette esere müdahale etmeyen nakilciler olarak değerlendirmemek gerekir. Nitekim İbn İshâk’ın eserinin râvileri olan Yûnus b. Bükeyr ve İbn Hişâm, üstadlarının hatalarını tashih, müphem noktalarını izah ettikleri gibi, kendilerinin ulaştığı haberleri de zikretmişlerdir. Onların bu yöntemleri, kendilerini râvi derecesinden çıkarıp, müellif derecesine yükseltmiştir. Bu dönemde, İbn İshâk’ın eserini nakleden iki şahsiyet ön plandadır; Yûnus b. Bükeyr (199/814) ve İbn Hişâm (218/833).

f- Karşılaştırmalı Nakil Dönemi: İslâm tarih yazıcılığının günümüze kadar devam eden en uzun dönemidir. Bu dönem müellifleri, kendilerinden önceki telifleri karşılaştırmalı olarak ele almışlar, bir konuyla ilgili farklı müelliflerden gelen rivâyetleri sıralamışlar, tercihlerini veya tenkitlerini buna göre yapmışlardır. Bu dönemin İbn Sa’d (230/844)’la başladığı söylenebilir. Her ne kadar kendisini, Vâkıdî’nin eserlerini nakletmesi hasebiyle klasik nakil dönemine almak mümkünse de, onunla sınırlı kalmayarak, önceki siyer malzemesinin tamamını kullanmaya çalışması, konuyla ilgili farklı müelliflerin rivâyetlerini nakletmesi, onu yeni bir dönem içerisinde ele almayı gerekli kılmıştır. Bu dönemin müellifleri, gerek önceki dönemlerde görülen rekabet ortamından uzak olmaları, gerek siyasî ve mezhebî taassup içerisine girmemelerinden dolayı, kaynaklardan faydalanma konusunda herhangi bir sıkıntıya düşmemişlerdir.

Siyer yazıcılığı, yöntem olarak tarihsel süreç içerisinde gelişerek mükemmele doğru gitmiştir. Her âlim bir önceki âlimin öğrencisi iken, bir sonrakinin de hocası olmak gibi bir silsile oluşturulmuş, her gelen âlim bir öncekinin sistemini geliştirmiştir. Yöntem konusunda olduğu gibi, içerik açısından da gelişim, süreklilik arz etmiştir. Her müellif, naklettiği habere veya esere, kendisinin ulaştığı haberleri, bulguları da eklemiş; kaynak/râvi şeklinde teşekkül eden silsile dâhilinde, eserler tekâmüle ulaşmıştır. Dolayısıyla siyer eserlerini tek müellifin kaleminden çıkmış, müstakil eserler olarak değerlendirmemek gerekir. Ne var ki, İbn Sa’d’la zirveye ulaşan İslâm tarih yazıcılığı, doğal olarak belli bir tıkanmaya uğramış, sonraki nesil tarihçiler, kendilerinden önceki rivâyet malzemesini bazen tek bir kanaldan, bazen de karşılaştırmalı olarak nakletmekle yetinmişlerdir.

Siyer kaynaklarının, zamanla doğru orantılı olarak, devamlı surette genişlediği görülmektedir. İlk risâleler, bunların cem’i, tasnif, telif ve nakil dönemlerinde siyer malzemesi, hem içerik olarak, hem de kaynak olarak alabildiğince değişmiş ve genişlemiştir.

Metinsel genişleme de diyebileceğimiz, siyer rivâyet literatürünün içeriğinin genişlemesi, aslında çok erken dönemlerde başlamıştır. Hz. Peygamber’den sonraki siyasî, askerî, iktisadî ve ictimaî hâdiseler rivâyet malzemesinin içeriğini etkilemiş, yeni unsurların idhâli veya mevcut unsurların ihrâcını doğurmuştur. Başlangıçta, siyâsî içerikli olan hâdiselerin zamanla dînî bir içeriğe büründürülmesi, tarafların kendi düşüncelerinin temellerini Resûlullah’tan -söz veya sîretinden- arama gayretleri, bütün İslâmî ilimleri etkilediği gibi, siyer rivâyetleri de, gerek sosyal-siyasal değişimlerden, gerekse de itikadî temellendirme gayretlerinden etkilenmiştir. Siyasî grupların, hareket noktalarını sağlamlaştırma, iktidarlarına meşrûiyet bulma ihtiyaçları, kendilerini yeni haberlerin îmâline sürüklemiştir. Belli bir amaca matuf olarak îmâl edilen bu haberlerden ayrı olarak, halis niyetlerle bu tür eylemlere iştirak edenlerin de olması, Siyer’e dair nakledilen malzemenin, devasa boyutlara ulaşmasını sağlamıştır.

Ehl-i kitap kültüründen gelen mühtedîler, beraberlerinde düşüncelerini de İslâm toplumuna taşımışlardı. Farklı dinî-kültürel ortamdan gelmeleri hasebiyle, toplumun hiç de kolay benimsemediği bu şahıslar, kendilerini topluma kabul ettirebilmek, toplumda belli bir yer sahibi olabilmek için azamî çaba göstermişlerdir. İşte bu yüzdendir ki, dış kültürel kaynaklardan beslenen şahıslar, önceki bilgi birikimlerini İslâm’a, biraz da Müslümanların arzusu doğrultusunda taşımışlardır. Bazen toplumda alay konusu edilmelerine karşın her fırsatta Tevrat’tan, İncil’den nakillerde bulunmuşlar, kutsal kitaplardan Resûlullah’a ve ashâba dair haberler nakletmişlerdir.

Gayrimüslim toplulukların kültürleri, Müslümanlarda mevcut olan tarih tasavvurundaki değişim ve buna bağlı olarak oluşan literatür üzerinde de etkili olmuştur. Her ne kadar, kültürel karşılaşmadan önce de siyer râvilerinin Kur’ân’ın zikrettiği Peygamberlere ait haberler naklettiklerini biliyorsak da, bu haberlerin sistemli ve hacimli bir hâle gelmesinde dış unsurların dolaylı tesiri olmuştur.

Klasik dönem siyer yazıcılığının ana kaynak sıralaması genel itibariyle şu şekildedir:

1. Kur’ân-ı Kerim,
2. Hadîsler,
3. Sahîfeler/Risâleler,
4. Vesîkalar,
5. Şiirler,
6. Sözlü (Şifâhî) kaynaklar.

Bu sıralama mevcut siyer kitaplarında kullanılan kaynaklara uygundur ve ilk dönem herhangi bir siyer eserini açtığımızda muhtevasının bu kaynaklar tarafından doldurulduğunu görürüz. Klasik dönem için açıkçası bu kaynak sıralamasına itiraz etme konumunda değiliz. Bununla beraber günümüzde bu kaynaklara yeni başlıkların eklenmesi gerektiğini de söylemeliyiz. Bugün Hz. Peygamber’e dair sözlü şahitliklerin yazılı hale gelmiş olmasına binâen onun yerine “kalıntıları” eklenebilir. Zira teknolojik gelişmelere bağlı olarak, Hz. Peygamber’e veya dönemine dair eşyalardan, bir takım bilgiler elde etmek mümkündür. İbn İshâk, İbn Hişâm ve Vâkıdî bazı arkeolojik buluntuları, kitâbeleri veya vesîkaları rivâyet formunda nakletmiş olmaları klasik dönemde de bu kaynak kabulünün varlığına işaret etmektedir. Bu tür kaynaklardan alınan bilgilerin rivâyet formunda nakledilmiş olması, onların, bu kaynakları kullanmadıkları anlamına gelmez. En azından şunu ifade etmeliyiz ki, her ne surette nakletmiş olurlarsa olsunlar, ilk dönem siyer râvi ve müellifleri, arkeolojik kalıntıların, tarihin kaynakları arasında olduğu şuuruna sahiptiler ve mümkün mertebe bunları kullanmışlardı. Bugün için yapılması gereken, rivayet formunda yer alan bu kalıntıları mümkün olduğunca tespit ve bunları teknolojinin yardımı ile kullanılır hale getirmektir.

Kur’ân, doğal olarak siyer kaynakları arasında ilk sırada yer almaktadır. Kur’ân-ı Kerîm, sadece Siyer’in ilk kaynağı değil, aynı zamanda Hz. Muhammed’in hayatına dair bilgi veren en sahih kaynak olma özelliğine de sahiptir. Kur’ân’ın, siyer araştırmalarında birinci kaynak olması, onun tek kaynak olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Kur’ân, geçmişe dair haberler verirken aynı zamanda Müslümanları, tarih araştırmalarına da yönlendirmiştir. Ayrıca, tarih metodolojisi açısından oldukça önemli olan, haberlerin araştırılması konusunda da, Kur’ân’ın rehberliğinden bahsetmek mümkündür. Kur’ân’ın Siyer ilmine kaynaklık ettiği bölümleri maddeler hâlinde zikredecek olursak;

a- İslâm öncesi Araplar, onların ictimaî, iktisadî, dinî, fikrî hayatlarına dair bilgiler,
b- Resûlullah’ın şahsî ve ailevî hayatı,
c- Hz. Muhammed’in (sav.) nübüvveti, yapması gerekenler, uygulamaları veya uygulamalarındaki tashihler,
d- Savaşlar,
e- Gayrimüslim topluluklarla ilişkiler, Mekke’de müşrikler, Medine’de Yahudi ve münafıklara dair haberler,
f- Komşu devletlerden haberler,
g- Hz. Muhammed’in (sav.) iç dünyasına dair haberler.
Siyer ilmi açısından hadîs eserleri son derece önemli kaynaklardır.

Hadîs külliyâtının, siyer ilmi açısından önemini ve kaynaklık ettiği alanları ise genel itibariyle altı maddede toplayabiliriz:

a- Arapların, âdâp, görgü, yeme-içme, evlilik gibi sosyal hayata dair alışkanlıklarının, geleneklerinin tespiti,
b- Sahâbe menkıbelerine dair verilen ayrıntılı bilgiler,
c- Hukûkî uygulamaların tarihî kökenlerinin tespiti,
d- Ekonomik (ganimet, ticaret, alış-veriş) ve dinî hayata dair (namaz, oruç, hac) Resûlullah’ın uygulamalarının tespiti,
e- Günümüze ulaşmamış olan siyer râvileri ve müelliflerinin nakillerinin tespiti,
f- Peygamber telakkilerindeki yanlış algılamaların tashihi.

İlk dönem siyer âlimlerinin başlangıçta Hz. Muhammed’in hayatına dair kullandıkları kaynak çeşitleri sınırlı iken, biraz da gelişen şartlara bağlı olarak zamanla artmıştır. Mücavir kültürlerle, İslâm kültürünün karşılaşması ve karışması, Müslümanların karşısına yeni kaynak türlerini çıkartmıştı ve Müslüman ilim çevrelerinin bunlardan müstağni kalmaları pek mümkün değildi. Zira Kur’ân’ın, ehl-i kitâbı ve onların kitaplarını, Hz. Muhammed’in (sav.) nübüvvetine şahit tutması, dînî münazaralarda kullanılmak için deliller aranması gibi etkenler, Müslümanları ehl-i kitâp kültürüne yöneltmiştir. İşte bu gerekçelerle Müslümanlar, İncil ve Tevrat’ı öğrenmişler; eserlerinde delil getirmek veya nakzetmek için bunları kullanmışlardır. Nitekim İbn İshâk’ın eserinde İncil’den yaptığı doğrudan alıntı bu kaynak genişlemesinin boyutlarına ve kullanım yerlerine dikkat çekici bir örnek olmaktadır. Ayrıca, genel tarih eserlerinin yaratılış ve Kasasu’l-Enbiyâ bölümlerinde Tevrat’tan bir çok alıntı zikredilmiştir. Elbette bunlarla sınırlı kalınmamış, muhtemelen delâil edebiyatına bağlı olarak, eski Yunan hikmetlerinden ve Hint mitolojisinden alıntılar yapılmıştır.

Burada ilk dönem siyer râvi ve müelliflerinden en önemlilerini ve siyer yazıcılığındaki tesirlerini kısaca vermenin konunun bütünlüğünü açısından önemli olduğu kanısındayız:

1- Urve b. ez-Zübeyr (94/713): Urve, siyer araştırmalarına yoğun bir şekilde yönelen ilk kişidir. Her ne kadar kendisinin müstakil bir siyer eserinden bahsetmek zor olsa da risâleleri, sonraki dönem müelliflerinin ana kaynaklarını oluşturmuştur. Urve, kendisinden sonraki siyer yazıcılığını içerik, üslûp, metot gibi birçok açıdan etkilemiştir. En önemli öğrencisi Zührî ve oğlu Hişâm sayesinde, bir nevi kurucusu olduğu siyer yazım metodolojisi sonraki nesillere aktarılmış ve bu metodoloji her nesille beraber geliştirilerek devam ettirilmiştir. İşte bu gibi nedenlerden ötürü siyer yazıcılığında bir dönüm noktası olan Urve, aynı zamanda ilk ciddi otorite olarak da değerlendirilebilir.

2- Âsım b. Ömer b. Katâde (120/737): Âsım, risâleler döneminin önemli şahsiyetlerinden biridir. Onun önemi, yeni metotlar bulması veya mevcut yöntemleri geliştirmesinden ziyade, dönem haberleri açısındandır. Zira Medine dönemi haberleri konusunda, Âsım b. Ömer’in inkâr edilemez bir katkısı olmuş, hâdiseleri Ensâr’ın bakış açısı ile ele alması, kendisini siyer yazıcılığında önemli bir konuma yükseltmiştir.

3- Abdullah b. Ebî Bekr (135/752): Abdullah’ın siyer yazıcılığında en önemli tesiri; çalışmalarında vesîkaları yoğun bir şekilde kullanmasıdır. Kendisi, sadece Hz. Peygamber’in hayatı ile ilgili değil, daha sonraki dönemlere ait vesîkaları da kaynak olarak kullanmıştır. Kendisinden sonraki tarihçiler, doğrudan istinsah ettikleri veya ikinci elden temin ettikleri bu vesîkaları, eserlerinde nakletmişler, bunlardan azamî ölçüde faydalanmışlardır.

4- Muhammed b. Müslim b. Şihâb ez-Zührî (124/741): Onun, siyer yazıcılığında en önemli rolü, cem’ dönemini neredeyse tek başına sırtlamış olmasıdır. Zührî’nin, kendisine ulaşan risâleleri bir araya toplaması ve bir konu etrafındaki farklı anlatıları öğrencilerine aktarması, hem bu literatürün kaybolmasının önüne geçmiş, hem de sonraki dönem müelliflerinin bu malzemeyi tercihlerine göre tasnif ederek eserlerini telif etmelerine vesile olmuştur.

5- Musâ b. Ukbe (141/758): Meğâzî haberlerinde İbn İshâk, Ma’mer b. Râşid ve İbn Hişâm onun ismini zikretmezken, Vâkıdî, Kitâbu’l-Meğâzî’de sadece dört defa zikretmektedir. Buna ve İbn İshâk’ın, -isim zikretmeksizin- ondan haber almasına dayanarak, Musâ’nın siyer yazıcılığında, içerik açısından kısmî de olsa bir etkisinden söz edilebilir.

6- Muhammed b. İshâk (151/768): İbn İshâk, siyer çalışmalarına ciddi bir düzen getirdiği gibi, kendisinden sonrakiler için de, içerik ve yöntem açısından değerli prensipler ihdas etmiştir. Siyer haberlerini kronolojik ve bir bütün hâlinde anlatım konusundaki becerisi, yönteminin genel siyer yazım tarzı olarak benimsenmesine sebep olmuştur. Kendisinin ilk genel tarihi telif etmesi de, sonraki dönemlerde bu türden literatürü özellikle kaynak ve içerik açısından etkilemiştir.

7- Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî (207/822): İbn İshâk’ı nasıl ilk genel tarih müellifi olarak değerlendirmek mümkünse, Vâkıdî’yi de ilk İslâm tarihçisi olarak kabul etmek mümkündür. İbn İshâk’ın aksine o, diğer ümmetlerin tarihleri veya câhiliye dönemi haberleri ile fazla ilgilenmemiş, bütün ilgisini İslâmî döneme hasretmiştir.

8- İbn Hişâm (218/833): İbn İshâk’ın eseri, İbn Hişâm’ın muhtasar olarak naklettiği nüsha sayesinde meşhur olmuştur. İbn Hişâm’ın da aralarında olduğu klasik nakil dönemi müellifleri, siyer yazıcılığının tasnif-telif döneminden karşılaştırmalı nakil dönemine sorunsuz bir şekilde geçmesini sağlamışlar, üstadlarının eserlerini koruma konusunda, İslâm kültür tarihi açısından son derece önemli bir görev ifâ etmişlerdir.

9- İbn Sa’d (230/845): İbn Sa’d’ı, klasik dönem siyer yazıcılığının en son zirvesi olarak değerlendirmek gerekir. Kendisi ile beraber, klasik nakil dönemi, karşılaştırmalı nakil dönemine geçmiş, onun uyguladığı bu usûl, sonraki dönem tarihçileri tarafından da büyük ölçüde benimsenmiştir. Nitekim Taberî, İbnü’l-Esîr, İbn Kesîr gibi tarihçiler, eserlerinin siyer bölümlerini karşılaştırmalı olarak telif etmişlerdir. Aynı şekilde onun, Siyer’i konu başlıkları hâlinde ele alması da sonraki dönemlerde ilgi görmüş, aynı yöntem uygulanmaya çalışılmıştır.

İslâm Tarih Yazıcılığının Karakteristik Özellikleri

Müslüman tarihçiler, tarih çalışmalarını ilk insandan başlatmışlar, hiçbir Batılı tarihçinin ulaşamadığı düzeyde evrensel bir tarih anlayışı üzerine eserlerini bina etmişlerdir. Her ne kadar işi, cinlerin-meleklerin tarihlerine kadar götürmeleri eleştirilebilir olsa da onların bu çabalarının insanın kökenlerine, insanı anlamlandırmaya dair yapılan iyi niyetli bir uğraş olduğu unutulmamalıdır. Klasik dönem İslâm tarihçilerinin, anlatılarına Âdem’in yaratılışından başlayıp kendi dönemlerine kadar getirmelerine dayanarak onların, anlatımlarının başında kussâs, ortasında tarihçi, sonunda gazeteci kimliğine büründüklerini söyleyebiliriz. Dolayısıyla klasik dönem kaynaklarını okurken, onların bu dönemsel kimliklerine azamî derecede dikkat etmek gerekmektedir. Müslüman tarihçilerin teliflerinde zaman ve coğrafî sınır tanımamaları, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi dinlerin, Hintliler, Çinliler, Yunanlılar gibi milletlerin tarihlerini onların kaynaklarına atıfla anlatmaları, tarih yazıcılığı açısından mühim bir yenilik sayılır.

Müslüman tarihçilerin amaçlarının, eserlerinde izledikleri yöntemi etkilediği aşikârdır. Onlar zamanlarına kadar olan hâdiseleri bir bütün olarak ele almak suretiyle, hâdiselerin kökenlerine inerek genel bir dünya tarihi yazmak niyetinde idiler. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in hayatı (siyer) onlar için nübüvvet zincirinin son halkasından ibarettir. Bu yüzden de Mebde’yi, Meb’as’e ulaşmak için ele almışlar, ‘insan’ı zaman içerisindeki konumuna oturtmak için insan öncesinden anlatımlarına başlamışlardır.

İslâmî rivâyet literatürünün neredeyse tamamının, ikinci nesilden itibaren yazılı metinler hâline getirildiği, son zamanlarda yapılan çalışmalarla ortaya konulmuştur. Bununla beraber, Batılı ve kendi literatürüne yabancı olan Müslüman araştırmacılar, İslâmî rivâyet malzemesinin nesiller boyunca ağızdan ağza aktarılarak şifahî olarak geldiği konusunda ısrarcıdırlar. Muhtemelen bu ısrarın temelinde; rivâyet malzemesine duyulan itimatsızlığın pekiştirilmesi arzusu ve ilim nakil usûllerini, lafızlarını anlayamama yatmaktadır.

Metinler, tarihin tanıklıkları konumundadırlar ve klasik dönem İslâm tarihçileri, metinleri salt içerikleri itibariyle hiçbir zaman yeterli tanıklık olarak kabul etmemişlerdir. Bilakis, metne de tanıklıklar aramışlar, onun oluşturulma, yazma, nakletme ve kaydetme aşamalarında muhafaza edilip edilmediği, herhangi bir müdahaleye uğrayıp uğramadığı üzerinde de kafa yormuşlardır. Metni tanıma ve metnin tanıklığını onaylama açısından son derece önemli olan bu çabanın, zamanla muhtemelen yorucu bir çaba olduğundan veya metni kaydedenin tanıklığına olan güven yüzünden ihmal edildiği açıktır.

Müslüman tarihçiler, kendi dönemlerinde veya kendilerinden önce oluşturulan ilim araştırma ve sunma yöntemleri konusunda edilgen bir anlayışa sahip olmamışlar, bilakis bu yöntemler üzerinde inisiyatif kullanmışlar, bunların geliştirilmesi veya bağlı oldukları disipline uygulanabilir hale getirilmesinde ciddi katkı sağlamışlardır. Nitekim onlar, bütün İslâmî ilimlerde haber nakil aracı olarak kullanılan isnâd üzerinde, bir takım tasarruflarda bulunmuşlardır. Bunların başında da, telfîk (toplu/birleşik isnâd) yöntemi gelmektedir. Onlar, senedleri uzatarak dinleyiciyi veya okuyucuyu sıkmamak ve hâdise bütünlüğünü bozmamak için toplu isnâda başvurmuşlardır. Bu konuda muhaddislerin tenkitlerini de üzerlerine çekmelerine rağmen tarihçiler zaman içerisinde bu sistemi geliştirerek, tarihçilik alanında büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir.

Hiç şüphesiz İslâm tarihçilerinin en çok eleştirildikleri konu; eserlerinde tenkit yapmadıkları, metinlere karşı eleştirel bir bakışa sahip olmadıkları iddiasıdır. Zira İslâm kültüründe siyer ve tarih kitapları, hadîs kitapları gibi özellikle de Sahîh’ler gibi telakki edilmişler, muhteviyatındaki anlatılar, müellifin sahih olduğuna inandıkları rivayetler olarak anlaşılmış, zayıf, mevzû haberlere ulaşıldıkça da, tarihçilerin tenkitten uzak oldukları veya tarih malzemesinin tenkite açık olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Oysa bu durum, tarihçilerin telif usûlleri ile ilgili bir konudur. İslâm tarihçileri, daima genel okuyucu kitlesini göz önüne almışlar; bazen onları eğitmek, bazen de ibret almalarını sağlamak için bu tür haberlere göz yummuşlar veya yine bu amaca mebni olarak şiir imaline yönelmişlerdir. Hiç şüphesiz, bunda yaşadıkları dönemin ihtiyaçları etken olduğu gibi, eserlerinin amaçlarını da dikkate almışlardır. Onların birinci öncelikli amacı; kendilerine ulaşan haberleri, sonraki nesillere aktarma, bir nevi İslâm rivâyet literatürünü olduğu gibi muhafaza etmekti. Dolayısıyla tarihçiler, kendilerine gelen haberleri bir sonraki nesle aktarmayı görev telakki etmişler, bu haberlerin sıhhat ve yorum açısından değerlendirmesini ise, sonraki nesillere bırakmışlardır. Bununla beraber Vâkıdî, İbn Hişâm, İbn Sa’d gibi ilk dönem müelliflerinin eserlerinde yaptıkları tenkitlere dair birçok örnek bulmak mümkündür.

İslâm tarihçilerinin eleştirildikleri bir diğer konu ise; eserlerinde yorum yapmadıklarıdır. Bu eleştirinin temelinde de, tenkit konusunda olduğu gibi, onların metodolojilerini anlayamamak yatmaktadır. Münekkitler, Taberî, İbn Kesîr, İbnu’l-Esîr gibi -ki onlar da eserlerinde azımsanmayacak ölçüde kendi görüş ve düşüncelerini aktarmışlardır- ansiklopedik tarih müelliflerinin eserlerindeki tenakuzlu haberlere bakarak bu hükme varmışlardır. Böyle bir eleştiri karşısında İslâm tarihçiliğinin savunusu; nesnel bilgi aktarma algıları, ortaçağ tarih yazımının karakteristik özelliği veya İslâm tarihçilerinin İslâm rivâyet literatürünü koruma amaçları şeklindedir.

Burada tarihçilikte üzerinde çokça durulan nesnellik olgusunun Müslüman tarihçiler tarafından nasıl algılandığı üzerinde de kısaca durmalıyız. Çünkü onların objektiflik anlayışları, kendi dönemlerine göre ve hatta günümüzdeki Müslüman bilinçaltının yönlendirdiği objektiflik anlayışımıza oranla, oldukça ileri boyutlarda ve takdire şayandır. Onlar, nesnel olmayı hiçbir zaman hislerini, duygularını belirtmemek veya buna göre yorumlarda, değerlendirmelerde bulunmamak olarak algılamamışlardır. Bilakis inançlarını, düşüncelerini, duygularını bazen uç nokta diyebileceğimiz şekilde ifade etmekten imtina etmemişlerdir. Bununla beraber, kendilerine ulaşan her türlü haberi, inançlarına ters olsa dahi nakletmekten de geri durmamışlardır. Nitekim İbn İshâk gibi en önde gelen müellifler, eserlerinde azamî ölçüde müşriklerin görüş ve düşüncelerine, sözlerine, şiirlerine yer vermişlerdir.

İlk dönem Müslüman tarihçileri ısrarla belli mezhebî eğilimlere müntesip olarak gösterilmek istense de onların, herhangi bir siyasî-mezhebî oluşum içerisinde yer aldıklarını söylemek zordur. İbn İshâk ve Vâkıdî’nin eserlerinde, farklı mezhebî görüşleri destekler mahiyette rivâyetlere ulaşmak mümkündür. Bundan hareketle onları, herhangi bir mezhebe irca etmek yerine, kendilerine ulaşan her haberi nakletmeyi görev bilen, eserlerinde tarafsız olabilmeyi başaran tarihçiler olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu konuyla ilgili olarak eser ve anlatılara hâkim olan üslubu tespit açısından ilk dönem İslâm tarihçiliğindeki telakkiler üzerinde de durmamız gerekecektir. Tarih Telakkileri olarak isimlendirebileceğimiz bu sınıflandırmada esas olan, dönemsel veya yöntem açısından farklılıklar gösteren müelliflerin, benzer tarih telakkileri etrafında toplanmalarıdır. Bunlardan bazıları olarak şunları zikredebiliriz:

1-Cebrî Tarih Telakkisi: İlk dönem İslâm tarihçilerinin bir kısmının eserlerinde cebri tarih yorumunun (veya tarihsel kaçınılmazlık ilkesi) anlayışının hâkim olduğu görülmektedir. Bu telakkiye sahip Müslüman tarihçiler, yorumlarında, naklettikleri her hâdisede, İlâhî gücün etkisine, iradesine atıfta bulunmuşlardır.

2-Mühtedi Âlimlerin Tarih Telakkisi: Bu kabuldeki temel anlayış; Resûlullah’ın, nübüvvet zincirinin son halkası olduğu ve bir bütünün (Târîhu’l-Enbiyâ) parçası olarak değerlendirilmesidir. Bu bakış açısı, İslâm tarih eserlerinin girişlerine, geçmiş ümmetlere ve Nebîlere dair haberler ekletmiştir. Bu telakkide Resûlullah’ın veya ümmetinin önceki Suhûf ve Kitaplar’da haber verildiği kabulü bolca işlenmiş, Hz. Peygamber, büyük oranda hissi mucizelerle ele alınmıştır. Gerek ehl-i kitap kültüründen İslâm kültürüne geçen mühtediler, gerek sonradan İslâm toplumuna dâhil olan unsurlar, toplumda yer edinme gayretleri ile bu türden haberlere ayrı bir ilgi göstermişlerdir. Ancak bu ifadelerimizden, Hz. Peygamber’in nübüvvet silsilesinin son halkası kabul edilmesinin, mühtediler vasıtasıyla olduğu gibi bir sonuca gidilmemesi gerekir. Bilakis Kur’ân, bu öğretiyi devamlı surette vurgulamıştır. Ehl-i kitaptan mühtedilerin buradaki rolleri, yukarıda da geçtiği üzere Kur’ân’ın bu vurgusunu rivâyet/tarih formuna dönüştürmekten ibarettir.

3-Nakilci Tarih Telakkisi: Sadece kendisine ulaşan haberleri nakletmekle yetinen ve haberler arasında tercihte bulunmayan anlayıştır. Hiç şüphe yok ki, bu telakkinin en önde gelen temsilcisi İbn İshâk’tır. Kendisi, neredeyse hiç tenkide başvurmamış, naklettiği farklı haberler arasında bir tercihte bulunmak yerine, tercih hakkını devamlı surette okuyucusuna bırakmıştır.
4-Tenkidî Tarih Telakkisi: İlk dönem bazı Müslüman tarihçiler, haber tenkidi konusunda titiz davranmışlardır. Onlar, kendilerine ulaşan haberler arasında tercihte bulunmuşlar ve eserlerinde tercihlerini zikretmişlerdir.

5-Nevâdir Tarih Telakkisi: Her insanın, genel anlatılardan farklı haberlere karşı ilgi duyduğu muhakkaktır. İslâm tarihçileri arasında, münferid haberleri ilgi alanı olarak tercih eden ve eserlerini bunlar üzerine binâ eden müellifler vardır. Bunun en önemli temsilcisi Musâ b. Ukbe’dir. Nitekim Musâ’nın eserine baktığımızda, genel siyer anlatımından oldukça farklı rivayetlerle karşılaşmaktayız.
Hiç şüphesiz bunlara daha başka anlayışlar da eklemek mümkündür. Dolayısıyla İslâm tarihçiliğinde bu kabullerin ortaya çıkartılması, kabulleri yönlendiren veya benimseten tarihî ve toplumsal kökenlerin tespit edilmesi ve günümüze uyarlanması, İslâm tarih yazıcılığının geleceği açısından son derece önemlidir.

Sonuç

Müslüman zihin dünyası, Hz. Peygamber’in hayatına daha o yaşarken ilgi duymaya başlamış ve onu tanıma, anlama ve anlatma yolunda büyük mesafeler kat ederek, başlı başına sîretini konu alan bağımsız bir ilim dalı ortaya çıkarmıştır. Her geçen nesille beraber bu ilimde iyiye doğru bir gelişme kaydedilmiş, ilgili alanda birbirinden değerli eserler telif edilmiş, müellifler, yeni yöntemler, yaklaşımlar ortaya koymuşlar veya denemişlerdir. Ne var ki, zamanla Siyer bağımsız ilmî hüviyetini kaybederek Hadis ilminin şubesi olarak kabul edilmiş ve bu kabulle beraber de siyer çalışmaları belli bir tıkanıklığa maruz kalarak tekrara düşülmüştür. Zamanla bu tekrarlar kadîm eserlerdeki bilgileri olduğu gibi aktarma anlayışına dönüşmüş, Siyer İlmi adına yeni zaman dilimlerinin ve coğrafyanın getirdiği problemlere el atma çabaları, istenilen düzeye erişememiştir.

İşte bu yüzden de günümüz siyer yazıcılığında metodolojiden, terminolojiye, içerikten sunuma kadar birçok mesele, hali hazırda mevcudiyetini devam ettirmektedir. Bu meselelelerin – sorunların aşılabilmesi için klasik dönemin rehberliğinde yöntem ve içerik olmak üzere yeni siyer araştırmalarına yönelmek, Siyer’in bağımsız bir disiplin halinde kabulünü sağlamak, bir bakıma Siyer’i ilk haline çevirmek gerektiği muhakkaktır. Böylece farklı bir ilim dalının yöntem ve kavramlarını değil, kendine has metodolojisini, terminolojisini oluşturması, kullanması ve geliştirmesi mümkün olabilecektir.

Siyer araştırmalarının sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için öncelikle, klasik dönem siyer yazıcılığını, kaynaklarını, müelliflerini, yöntemlerini, eğilimlerini çok iyi bilmek, bunlara ek olarak da Sosyoloji, Psikoloji gibi ilimleri diğer İslâmî ilimlerle beraber ilgili alanda etkin bir şekilde kullanılması lüzumu vardır. Ancak bu şekilde klasikten kopmadan, günümüz insanına etkin ve uygun bir siyer içeriği oluşturmak mümkün olabilecek, “en güzel örnek” olan Hz. Muhammed (sav) kitlelere Kur’ân’ın ve tarihin tanıttığı şekliyle ulaştırılabilecektir. Bunu gerçekleştirmek için de Hz. Peygamber’i (sav) ve mücadelesini, amacı ve gerekçesi ne olursa olsun, belli düşünce veya ideolojik kalıplara sığdırmaya çalışmamak, başka bir ifadeyle ona ön kabulsüz yaklaşmak hayati önemi haizdir.

BİBLİYOGRAFYA

Abdulğanî, Muhammed Hasan, et-Terâcîm ve’s-Siyer, Dâru’l-Meârif, III. Bsk., Kahire 1980.
Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, XI. Bsk., Beyrut 1975.
—————-, Duha’l-İslâm, I-III, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, X. Bsk., Beyrut tz.
Âlûsî, Mahmûd Şükrü el-Bağdâdî (1270/1853), Bülûğu’l-Ereb fî Ma’rifeti Ahvâli’l-Arab, I-III, tsh: Muhammed Behcet el-Eserî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut tz.
Cebertî, Abdurrahman b. Hasan, Târîhu Acâibi’l-Âsâr fi’t-Terâcim ve’l-Ahbâr, I-III, Dâru’l-Cîl, Beyrut tz.
Derveze, İzzet, Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, I-III, çev: Mehmet Yolcu, Yöneliş Yay., II. bsk., İst. 1995.
Dûrî, Abdulazîz, Bahsun fî Neşeti İlmi’t-Târîh inde’l-Arab, Dâru’l-Meşrik, II. Bsk., Beyrut 1993.
Hamâde, Fâruk, Mesâdiru’s-Sîreti’n-Nebevviyye ve Takvîmuhâ, Dâru’s-Sakafe, II. Bsk., Rabat 1410/1989.
Hatîbu’l-Bağdâdî, Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. Sâbit (463/1070), el-Kifâye fi İlmi’r-Rivâye, thk., tlk: Ahmed Ömer Hâşim, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, II. Bsk. Beyrut 1986.
—————-, Takyîdu’l-İlm, nşr: Yûsuf el-Işş, Dâru İhyâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye, II. Bsk., Dımeşk 1974.
İbn Abdirabbih, Ebu Ömer Ahmed b. Muhammed(327/939), Kitâbu’l-Ikdi’l-Ferîd, I-VIII, thk: Muhammed Abdulkâdir Şâhîn, Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut 1423/2003.
İbn Hacer, Ebu’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Muhammed el-Askalanî (852/1448), el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, I-VIII, thk: Ali Muhammed el-Becâvî, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1412/1992.
İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdulmelik b. Eyyûb el-Hımyerî(218/833), es-Sîretu’n-Nebeviyye, thk., şrh: M. es-Sekkâ-İ. el-Ebyârî-A. Şelbî, I-IV, Kahire tz.
İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer (774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Dâru’l-Ma’rife, III. Bsk., Beyrut 1998.
İbn Manzûr, Muhammed b. Mukrim (711/1311), Lisânu’l-Arab, I-XV, Dâru Sâdır, Beyrut tz.
İbn Sa’d, Ebu Abdillah Muhammed (230/845), et-Tabakâtu’l-Kübrâ, I-IX, tkd: İhsân Abbâs, Dâru Sâdır, Beyrut tz.
İbn Şebbe, Ebu Zeyd Ömer en-Numeyrî el-Basrî (262/845), Kitâbu Târîhi’l-Medîneti’l-Münevvere, I-IV, thk: F. Muhammed Şeltut, yer ve tarih yok.
Kannûcî, Sıddîk b. Hasan (1307/1889), Ebcedu’l-Ulûm el-Veşiyyi’l-Merkûm fî Beyâni Ahvâli’l-Ulûm, I-III, thk: Abdulcebbâr Zekkâr, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1978.
Kâtip Çelebi, Mustafa b. Abdillah(1067/1657), Keşfu’z-Zunûn an Esâmi’l-Kütüb ve’l-Fünûn, I-VI, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1419/1999.
Köksal, Mustafa Asım, Müsteşrik Caetani’nin Yazdığı İslâm Tarihi’ndeki İsnad ve İftiralara Reddiye, DİB Yay., I. Bsk. Ankara 1986.
Lewis, Bernard, Tarihte Araplar, çev: H. Dursun Yıldız, Anka Yay., İst. 2000.
Mesûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyin (346/957), Murûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’l-Cevher, I-IV, thk: Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd, V. Bsk., Riyad 1393/1973.
Öz, Şaban, İlk Siyer Kaynakları ve Müellifleri, İsar Vakfı Yay., İstanbul 2008.
————-, İslâm Tarihi Metodolojisi, İz Yay., İstanbul 2010.
Râzî, Muhammed b. Ebî Bekr b. Abdilkâdir (721/1321), Muhtâru’s-Sıhâh, thk: Mahmûd Hâtır, Mektebetu Lübnan, Beyrut 1415/1995.
Sellumî, Abdulazîz b. Süleymân b. Nâsır, el-Vâkıdî ve Kitâbuhu’l-Meğâzî -Menhecuhu ve Mesâdiruhu-, I-II, el-Câmiatu İslâmiyye, I. Bsk., Medine 1425/2004.
Sezgin, M. Fuad, “İslâm Tarihinin Kaynağı Olmak Bakımından Hadîsin Ehemmiyeti”, İslâm Tetkikleri Enst. Dergisi, II, İst. 1957
Suyûtî, Ebu’l-Fadl Abdurrahman b. Ebî Bekr (911/1505), Tedrîbu’r-Râvî fî Şerhi Takrîbi’n-Nevâvî, thk., tlk: Ahmed Ömer Hâşim, I-II, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1993.
Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr (310/922), Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk (Târîhu’t-Taberî), I-VI, Beyrut 1988.
Tâhâ, Abdulvâhid Zenûn, Neşetu Tedvîni’t-Târîhi’l-Arabî fi’l-Endelus, Dâru’ş-Şuûni’s-Sakafiyyeti’l-Âmme, Bağdat 1988.
Tirmizî, Ebu İsâ Muhammed b. İsâ b. Sevre b. Musâ b. ed-Dahhâk (279/892), eş-Şemâilu’n-Nebeviyye, thk: Fevvâz Ahmed Zümerlî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, I. Bsk., Beyrut 1996/1417.
Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman (748/1347), Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, I-XXIII, thk: Şuayb el-Arnavût-Muhammed Nuaym el-Urkusûsî, Müessesetü’r-Risâle, IX. Bsk., Beyrut 1413.
Zemahşerî, Mahmûd b. Ömer (538/1143), el-Fâik fî Ğarîbi’l-Hadîs, I-IV, thk: A. Muhammed el-Becâvî-M. Ebu’l-Fadl İbrahim, Dâru’l-Ma’rife, II. Bsk., Lübnan tz.

(3097)